google-site-verification=PbL_5t5j-grNUlEnxPDPRb9h69cnQI7ks2lm5P-n88U
top of page

Porto... Şarabın ta kendisi...

Porto, dünyada beni heyecanlandıran az sayıdaki yerden biri. İlk kez gitmeden önce kendimi hep nehrin kıyısında tahta masalı, kırmızı dekorlu bir cafede fado dinlerken hayal ediyordum. Porto bundan fazlasıydı aslında ve ben onu keşfettikçe aklımı başımdan aldı.

Şehrin adı Roma İmparatorluğu döneminde Latince “Portus Cale” yani Cale’nin Limanı’ymış. Latin dillerinin gelişimi sonucunda şehrin adı önce Portucale, ardından Porto olarak değişmiş ve bu isim sonradan Portekiz’in de adını belirlemiş.

 

Porto malum, Atlas Okyanusu’nun ve ona dökülen Douro nehrinin kenarına kurulmuş. Trafiğin neredeyse olmadığı, sessizliğin hakim olduğu bir yer. Yani dönüşte her yer gürültülü gelecek size. 

Nereden başlayacağımı bilmiyorum aslında… Öncelikle şarabın ve romantizmin başkentine hoş geldiniz. Mutlaka Porto şarabı deneyiminiz vardır ama Porto Şarap Enstitüsü’ne gittiğimde şarap hakkında hiçbir şey bilmediğimi anlamıştım.

Örneğin, Porto şarapları öncelikle iki temel kategoriye ayrılıyor. Ruby ve Tawny stili.

Ruby; Reserve, LBV (Late Bottled Vintage) ve Vintage olarak kendi içinde kalitelerine göre bölümlere ayrılıyor. Uzmanların tercihi LVB ve Vintage.

Tawny stilinde ise Tawny Reserve ve 10, 20, 30 ve 40 yıllık Tawny'ler var. Ve fıçıda yıllandırılmış bu Porto'lar şişelendiğinde içmeye hazır hale geliyor. İşte bunlar var ya bunlar… Ben ah diyeyim de siz içince ne dersiniz bilmem…

Porto şarabı, on yedinci yüzyılda, İngiliz tüccarların, nakliye sırasında bozulmamaları için, şaraplara brandy katmaları üzerine keşfedilmiş. Nehrin Vila Nova de Gaia yakasında yerleşik çok sayıda şarap işletmesi turistik tur düzenliyor. Mutlaka katılın. Ama Porto Şarap Enstitüsü’ne de gidin, oranın atmosferi bambaşka. 

Porto mutfağında balık ve deniz ürünleri çok önemli. On altıncı yüzyılda balık tuzlama yöntemini geliştirmişler. Malum denizci halk, hepsi uzak denizlere açılıyor, Portekiz Kaşifler Ülkesi ya uzun süre saklanacak yiyecekler geliştirmişler. 

En sevdiğin yer neresi deseniz DOP derim. Ama burası yorgun ayaklarınızı dinlendirebileceğiniz değil, hafif şık gideceğiniz bir yer. Denk gelirseniz deneyin derim.

Akşam yemek ve gezi için en ideal yer Ribeira bölgesi. Balkonlarda, klasik Portekiz resimlerinde olan çamaşırların iplerde asılı olduğu, dar sokakları ve Kral Luis köprüsü manzarasıyla gelmek için en doğru adres. Ribeira’da zaman hiç ilerlemiyor gibidir. Burası 1996’da UNESCO Listesi’ne girdi. Bir zamanlar balık, ekmek ve et pazarıymış. Nereye gittiğini kestiremediğini merdivenler, plansız eski kent dokusu içinde kaybolmak istiyorsanız biraz dolaşın buralarda. 

Çok sayıda köprü her iki yakayı birbirine bağlıyor. Ama asıl yoğunluk, iki katlı Birinci Luis Köprüsü’nde. Portekizliler on dokuzuncu yüzyılda köprüler inşa etmeye başlamışlar. Birinci Louis Köprüsü, Paris'in simgesi olan Eiffel Kulesi'nin mimarı olan Eiffel ve öğrencileri tarafından tasarlanmış ve 1881-1885 yılları arasında yapılmış. Portolular, köprüleri için “Eiffel Kulesi'nin yan yatmış olanı” benzetmesini yapıyorlar. İlkbahar ya da yaz aylarında giderseniz bu köprülerden nehre atlayarak gösteri yapan gençleri seyredersiniz, seyredersiniz de doyamazsınız. 

Bahar olsa kamelyalara da boğulursunuz. Portekizli denizciler Çin’den ilk kamelyaları getirmişler. Lizbon ve Coimbra’dan sonra en güzel kamelya bahçeleri Porto’da kurulmuş. Şubat’tan Mayıs’a kadar bir şenlik oluyor sokaklar.

Bir gün akşam olmadan okyanus kıyısındaki San Francisco Xavier bölgesine gidin. Kıyıda 17. yüzyılda yapılmış karakol denilen kaleler var… Civarda küçük tipte Portekiz evlerini de görmek mümkün. Porto’nun en zenginlerinin olduğu Boa Vista Bulvarı da burada. Okyanus kıyısı gün batımı fotoğrafı için ideal. Bence insan hayatında en azından bir kez okyanusta gün batımı seyretmeli. Ama dikkat edin, güneşin gittiği yere gözlerini ayırmadan beş dakikadan fazla bakanlar akıllarını yitirebilir. Çünkü tam bakılan yerde evren yeniden oluşur. Alışkın olmayanlar için okyanusta gün batımı tehlikelidir. 

Bir de nehrin Atlas Okyanusu’na döküldüğü noktadaki Foz de Douro’ya gidin. Günbatımında, okyanusun dalgaları ‘gel-git’in de etkisiyle yükseliyor. Peynir Kalesi adıyla bilinen 350 yıllık Sao Francisco Xavier ve nehir çıkışındaki mendireğin duvarları beyaz köpüklerle yıkanıyor. Hala okyanusta gün batımından ders almadıysanız gidin bakın.

Bir gün Praça do Infante Meydanı’ndan şehrin ünlü 1 Numaralı tramvayına atlayın, Porto turuna çıkın. Deri kaplı koltukları, ahşap pencereleriyle tam bir nostalji tramvayı bu. Douro Nehri boyunca, batı sahiline, Atlantik Okyanusu kıyısına doğru gidiyor. Meydanlardan, tarihi kiliselerden, şaraphanelerden geçip 20 dakika sonra sahildeki Foz do Douro’ya ulaşıyor. Eğer akşama doğru giderseniz Shis adlı restorana uğrayın. Şık restoran-barın terasına çıkın. Nefis günbatımı manzarasını seyredin. Ama dedim ya, akıllara dikkat…. 

Sao Bento İstasyonu, mimarisiyle dillere destan. 1916 yılında inşa edilmiş, ülkenin tarihinden sahnelerin resmedildiği çiniler muhteşem. Dünyanın en ihtişamlı tren istasyonlarından biri kabul ediliyor. Sao Bento tren istasyonunun biraz ilerisinde de Oporto Katedrali var. 

Se Katedrali, Fransız işgali sırasında Napolyon'un saldırılarından epey zarar görse de pek çok kez restorasyon görmüş. Yapımı tam 637 yıl sürmüş. Haliyle farklı mimari tarzlara sahip. Romanesk başlamış ama Barok’a kadar gelmiş. Kentin ana katedrali. 1387 yılında, Portekiz Kralı I. John ile İngiltere Kraliyetinden Prenses Philippa, Porto Katedrali’nde evlenmişler. Bu evlilik İngiltere ve Portekiz ilişkilerini güçlendirmek için yapılmış olacak ki, iki ülke arasında Windsor Askeri İşbirliği Anlaşması imzalanmış. Bu anlaşma, tarihteki en eski askeri işbirliği anlaşması olarak tarihe geçmiş ve günümüzde hala geçerliliğini korumaktadır.

Porto’nun simgelerinden biri de saat kulesi Clerigo’dur. Denizcilere işaret vermesi için yapılmış. Kulenin tepesine çıkılabiliyor. Ama hemen söyleyeyim asansörle değil, merdivenle. 

Gelmişken Majestic Cafe’ye de gidin. Porto’nun en popüler caddesi olan Santa Catarina üzerinde kendisi. Dünyanın en iyi ve en eski cafelerinden birisi olma özelliğinde, haliyle pahalı da…  İlk olarak Elite Cafe adıyla açılmış ve adından anlayacağınız gibi o dönem sadece “elit” kesime hitap ediyormuş. Zamanında pek çok ünlü isim, siyasetçi vb. buraya gelip kahve, bira vb. içmişler. Bu durum zamanla turistlerin de ilgisini çekmiş ve artık sadece elitlerin değil, turistlerin de buraya gelmesinden dolayı adı Majestic olarak değişmiş.

Girmeseniz bile bir kere başınızı Galeria de Paris’in içine uzatın. 1900’lü yılların başında yapılmış ve dekoru tamamen eski eşyalardan oluşuyor. 

Eski demişken… Dünyanın en iyi üç kitapçısından biri olan Lello’ya mutlaka ama mutlaka gidin. Tabandan tavana, raflardan, merdivenlere her yer ahşap. İki koldan ilerleyen, bir kavis çizdikten sonra birleşen, tekrar ikiye ayrılarak üst kata ulaşan merdivenleri dünyanın en etkileyici 10 merdiveni arasında... Dış cephesi art nouveau üslubunda. Tavanındaki vitray, asma kata çıkan helezon şeklindeki kırmızı merdiveni, kitap rafları, merdiven ve tavanı kaplayan ahşap işçiliği… Gidin, görün…

Mercado do Bolhao 1914’ten bu yana aralıksız açık. Hiç değişmedi. Şahane bir halk pazarı. Formosa ve Sa da Bandeira caddelerinin kesiştiği köşedeki pazar yeri saray kadar görkemli. Geniş iç ve açık mekanları, çelik yapısı, geniş merdivenleri, seramik kaplı duvarları, kubbeleriyle klasik Avrupa tren garlarını hatırlatıyor. Tezgahlarda ahtapotlar, sardalyeler, canlı horozlar... Sakatatçı vitrinlerinde domuz paçaları... Satıcılar dedikodu yapıyor... Gidin valla…

Şehrin en güzel yerlerinden biri de nehir manzarasıyla büyüleyen Fundaçao Serralves ve yemyeşil Parque da Cidade. Porto'nun bu en güzel iki parkına uğramayı ihmal etmeyin. Portekiz’in Venedik’i.

 

O zaman iyi eğlenceler...

bottom of page