google-site-verification=PbL_5t5j-grNUlEnxPDPRb9h69cnQI7ks2lm5P-n88U Lizbon | Ayşe Bayvas
top of page

Lizbon... Yedi tepenin üzerinde...

​Portekiz'de her yerin kendine has bir havası var. Benim çok sevdiğim ülkelerden biri. Hani bir ülkede her şehri sevemezsiniz ya, Portekiz'de seversiniz... 

 

Lizbon, biraz İstanbul sanki. İstanbul gibi 7 tepe üzerine kurulmuş, ortasından su geçiyor, köprüleri var, vapurları var, su içinde kulesi var.  Şehrin en eski ve karmaşık semti Alfama. Ben orada kalmayı seviyorum. İlk gittiğimde şehre gece vardığımdan durumu anlamamıştım ama sabah neredeyse hayatımda ilk defa yönümü bulamayıp kayboldum. Ben bir kente gidince önce en eski yerleşme yerine giderim, varsa kalesine çıkarım. Bence öyle yapın. Önce Sao Jorge Kalesi'ne çıkın, şehri seyredin. 

Şehrin en hareketli yerleri Baxia ve Bairro Alto semtleri. Gece hayatı da buralarda. En güzel Fado kulüpleri de... Santa Justa Asansörü'ne de mutlaka çıkın. Oradan da şehir güzel görünür. Bu iki semti bu asansör bağlıyormuş zamanında. Bir de İsa Heykeli var. Hani şu Rio'daki gibi. Ona da çıkın, o da eksik kalmasın. Rossio Meydanı da çok etkileyicidir.

Rossio Meydanı'nda bir şarap ensitüsü var. Tadım yapabiliyorsunuz. Ama 3 taneden fazlasını önermiyorlar. Tadımın anlaşılabilmesi için en fazla üç tadım gerekiyormuş.

Belem semtine mutlaka gidin. Su içindeki kule orada. Torre de Belem'in yapımı 1514-1520 yıllarında gerçekleşmiş ve Gotik stilinin devamı olan Manuelin tarzında. Kule, zarif mimarisiyle şehrin sembollerinden biri. Portekiz Kralı I. Manuel tarafından, Tejo Nehri'nin giriş çıkışını kontrol etmek amacıyla kullanılmak üzere inşa ettirilen Belem Kulesi, 1983 yılında UNESCO tarafından Jerónimos Manastırı ile birlikte Dünya Miras Listesi'ne de alınmıştı. Portekiz'in deniz tarihinde de önemli bir yere sahip. İlk yapıldığında nehrin orta kısmında bulunan kule, 1755 depreminde nehir yatağının yer değiştimesiyle bugün okyanusun giriş kısmında.

Belem neredeyse bütün gününüzü alacak kadar dolu ve keyifli bir semt. Kulenin yanı başındaki Kaşifler Anıtı (Padrão Dos Descobrimentos), Portekizli kaşiflerin hep buradan yola çıktığı yerde bulunuyor. 1939 yılında mimar José Ângelo Cottinelli Telmo ve heykeltıraş Leopoldo de Almeida tarafından tasarlanmış ve ilginç bir hikayesi var. Anıt aslında Praça de Imperio’da yapılıyor ama 1943’e kadar bir türlü onay alamamasından dolayı ilk yapılan yıkılıyor. Sonrasında Prens Henry’nin 500’üncü ölüm yılı anmalarında yetiştirilmek üzere tekrar 1958’de başlanılıp 1960’da bitiyor ve yeni anıtta Sintra bölgesinden taşlar oyularak yapılan heykeller kullanılıyor.

Anıt üzerinde, ülkenin altın çağında çok önemli görevler üstlenmiş olan otuz kişinin kabartması yer alıyor. Doğu ve batıdan bakış açısına göre kabartmalarda değişiklik olabiliyor. Doğu cephesinden bakıldığında Denizci Henry, elinde bir gemi ve arkasında Kral Alfonso V, Pedro Alvares Cabral, Vasco Da Gama ve Ferdinand Magellan bulunuyor. Bunlardan Vasco da Gama Hindistan’ı, Pedro Alvares ise Brezilya’yı keşfetmiş. Ferdinand Magellan da dünya etrafında ilk geziyi yapan kâşif olarak tanınmış. Diğer figürler ise matematikçiler, din adamları, haritacılar ve yine kâşiflerden oluşuyor.

On beşinci yüzyılın sonlarından 16. yüzyıla kadar Portekiz'de görülen ve Geç Gotik üslubun karmaşık tonoz sistemlerinden ve "Mauresque" üslubun yoğun bezemesinden kaynaklanan fantastik görünüm uygulamalarının en başarılı örneği bir Hieronymites manastırı olan Jeronimos Manastırı'dır. Bir söylentiye göre inşaat ilk 70 yılında, her yıl için baharat ticaretinden kazanılan 70 kg altınla yapılmıştır. 1496 yılında Vasco da Gama, Hindistan deniz yolunun keşfine çıkarken, Portekiz Kralı I. Manuel’den buraya büyük bir manastır yapılması için izin vermesini ister. Böylece Jeronimos Manastırı yapımına başlanır. Bina, yakınlarda bulunan kireçtaşı ocaklarından çıkartılan kireçtaşı ile yapılmıştır. Manastır yapıldıktan sonra dünyaya açılan kaşifler, yolculuğa çıkmadan önce burada dua etmektedir.

Manastır bünyesinde bulunan Denizcilik Müzesi, Portekiz deniz gücünün de başında olan Portekiz Kralı Luis tarafından 1894 yılında Ajuda Sarayı’nda kurulmuştur. Daha sonraları Eski Arsenal Binası’nda sergilenen eserlerin çoğu 1916 yılında yok olmuştur. 1962 yılında ise etkileyici model koleksiyonu, teleskoplar, haritalar ve denizcilikte kullanılan çeşitli materyallerle Jeronimos Manastırı’na taşınmıştır.

Belem'de mutlaka görmeniz gereken bir yer de büyük bir botanik bahçesinin için ebulunan Gülbenkyan Müzesi. Bir Osmanlı vatandaşı olan Gülbenkyan ailesinin hayatını ve katkılarını mutlaka biliyorsunuzdur, bu nedenle müzeyi görmek bu bilgileri perçinleyecektir.

İstanbul/Üsküdar doğumlu olan Calouste Gülbenkyan, uzun yıllar Osmanlı toprakları dahilindeki petrol üretimini üstlenen Batılı şirketlere aracı işadamı olarak görev yapmış ve gelirinin önemli bir bölümünü bu yolla sağlamıştır. İmparatorluğun yıkılmasının ardından, Gülbenkyan İngiltere, İsviçre ve Fransa’da yaşadıktan sonra 1940’da Amerika’ya  yerleşmek üzere Lizbon’dan gemi ile hareket etmek amacıyla Portekiz’e gelmiştir. Ancak Lizbon’a yerleşmeyi seçmiş ve vefat ettiği 1955 yılına  kadar Lizbon’da ikamet etmiştir. Lizbon'un İstanbul'a büyük benzerliğinin, Gülbenkyan’ın buraya yerleşmeyi seçmesinin nedenlerinden biri olduğu belirtilmektedir. Tümüyle Gülbenkyan’ın kişisel koleksiyonuna dahil 6000 parçadan oluşan ve başta nadide İznik çinileri olmak üzere  Osmanlı-Türk eserleri bakımından çok zengin olan müzede, eski Mısır, Mezopotamya, Ortadoğu, Uzakdoğu ve Avrupa sanatının önemli eserleri sergilenmektedir.

Tabii gitmişken meşhur Belem tatlısını da yemek için zaman ayırın. Belem Turtası olarak da bilinen “Pastel de Nata” temel olarak tabanı milföy hamurundan olup, küçük kek kaplarında pişiriliyormuş. İçini pastacı kremasına benzer bir krema ile doldurup fırına verildikten sonra kremanın üstü bizdeki fırın sütlaç gibi kızarıncaya kadar bekletiliyor. Bu da tatlıya hafif bir karamel tadı veriyor.

Sahilde bir sürü seyyar tezgah var. Portekiz'in simgesi horoz, her yerde horozlu bir hediyelik eşya bulursunuz. Ayrıca çini üretimi de çok yaygın.

Lizbon'da muhteşem bir Okyanusya akvaryumu var. Akıllara zarar, ben çok beğenmiştim, kendimi alamadım. Oraya da geniş zaman lazım. Lizbon’da gerçekleştirilen Expo-98 fuar alanında kurulan ve Avrupa’nın en büyük akvaryumu olarak kabul edilen Oceanario’da, bir ana akvaryum ile Atlantik, Pasifik, Hint Okyanusu ve Antarktika eko-sistemlerinin bire bir örneklerini içeren dört büyük akvaryum ve çeşitli deniz canlılarının yaşadığı irili ufaklı akvaryumlar aklınızı başınızdan alıyor.

Lizbon'da müthiş bir de Çini Müzesi var. 1509 yılında Kral II. João'nun dul eşi Dona Leonor tarafından Manuel stilinde inşa edilen ve daha sonra Rönesans tasarımlarıyla bezenen Convento Madre de Deus Rahibe Manastırı günümüzde Ulusal Çini Müzesi olarak düzenlenmiş. Buradaki koleksiyonda 15. yüzyıldan başlayarak Arap ve İspanyol etkisiyle şekillenen Portekiz'in kendine özgü çini sanatının ulaştığı noktayı görebilirsiniz.

Portekiz kraliyet şehri olan Sintra'ya da bence mutlaka gidin. Zaten Lizbon şehir merkezine çok yakın. Burası bir masallar dünyası. Bu nedenle bir tam gününüzü alır. Bir renk cümbüşü olan Pena Sarayı,  529 metre yükseklikte bir tepeye kurulmuş ve 1995 yılından beri UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Yazlık Saray olarak 1840 yılında Kraliçe 2. Maria’nın kocası Ferdinand tarafından Alman mimar Baron Eschwege’ye yaptırılmış.

Sarayın biraz aşağısındaki Emevi Kalesi, 9. yüzyılda Endülüs Emevi’lerinin bölgeye gelmesi ile Araplar tarafından inşa edilmiş. Ancak burası İspanya kadar direnememiş, Portekizliler kısa süre sonra bölgeyi yeniden fetetmişler. Uzun süre harabe olarak kalan kale, 19. yüzyılda Krall II Ferdinand tarafından bir bahçeye çevrilmiş.

Quinta da Regaileira (Regaleira Sarayı) muazzam bir bahçe içinde yer alan yapılar topluluundan oluşuyor. Bir dönem Tapınak Şövalyeleri'nin gizli ayinler içinde kullandığı kuyu da dahil olmak züere bir masal dünyası ya da fantastik bir film setindeymiş gibi hissedeceğiniz bu sarayı mutlaka görün.

Portekiz Kraliyet ailesinin yazlık sarayı, aslında Arapların şehri fethi sonrası yapılmış daha sonra 15-19. yy’lar arasında Portekiz Kraliyet ailesinin yazlık sarayları arasına girmiş.

Oraya gitmişken karanın bittiği, denizin başladığı yer dedikleri Avrupa kıtasının en batı noktası olan Cabo da Roca'ya da gidin. Aman dikkat çok eser, yazın bile soğuk oluyor. Orada uçsuz bucaksız denizden başka birşey yok, isterseniz oradaki turizm bürosundan para ödeyerek bir sertifika alabilirsiniz. Ya da hediyelik eşya, hani en batıdasınız ya, o bakımdan...  “İşte burası, karanın bittiği ve denizin başladığı yer” demiş ünlü Portekizli şair Camões. Eski dünyanın uç noktasını görün bence.

Mutlaka bir akşamınızı fado dinlemeye ayırın. Fado, Portekiz müziğinin en çok tanınan türü olup, latince “kader” anlamındaki “fatum” sözcüğünden gelmektedir. Genelde fado, İspanyol gitarı ve hafif dışa kavisli, üzerinde yuvarlak bir delik bulunan armut şeklinde kasası ve ikişerli düzenlenmiş, toplam on iki teli olan Portekiz gitarı eşliğinde tek bir kişi tarafından söylenir. En çok işlenen tema, melankoli, nostalji ya da yoksul semtlerdeki özellikle kadercilik ve hayal kırıklığı içerikli günlük küçük yaşam öyküleridir. Fadonun varlığı 1838’den itibaren belgelenmiştir. Her ne kadar yalnızlıktan, özlemden ve suya vuran teknelerden esinlenen denizcilerin şarkısı olarak tanımlayanların varlığına rağmen kökenine dair hala net bir bilgi yoktur. En iyi dinleyebileceğiniz yerler, aynı zamanda yemek de yiyebileceğiniz Fado Evleri'dir. Ama unutmayın, fado dinlenirken, yemek yenmez, çatal bıçak sesi çıkartılmaz, sohbet edilmez, sadece fado parçaları arasında alkış tutulur.

​​

O zaman iyi eğlenceler...

bottom of page